24 Nisan – Ulusötesi Şirketlere Karşı 24 Saat Feminist Dayanışma

Bu pandemi günleri ve toplumsal tecrit ihtiyacı, uzunca bir süredir ırkçı kapitalizme yönelttiğimiz feminist eleştirinin konusu olan birçok şeyi açığa çıkardı. Yaşamak için zorunlu olan işler, (ücretli ya da ücretsiz) bakım, gıda üretimi ve hayatın devamını sağlayan ama çoğunlukla görünmeyen gündelik işler daha fazla ortaya çıktı. Bütün bu işler farklı biçimlerde yapılır: çoğunlukla kadınlar tarafından, düşük ücretli ve genellikle haktan mahrum olarak topluluk düzeyinde (bazı ülkelerin halk mutfakları gibi) iş birliği ve dayanışma ilişkileri yardımıyla halkın çoğunu besleyen bilge köylü tarımı (agro-ecology) üretimiyle yapılır. Fakat insan yaşamını riske sokan büyük işletmelerin açgözlülüğü karşısında görüyoruz ki neyin zorunlu olup olmadığını belirleyen hangi perspektiften baktığımıza bağlıdır. Sermaye (ve dolayısıyla ulus-ötesi şirketler) açısından zorunlu olan şey, kârdır. Bu nedenle, Brezilya gibi ülkelerde madencilik zorunlu bir faaliyet ilan edildi. Ve korona virüsü bulaşan Vale işçileri vakalarının olduğu zaten bilinmektedir.     

Toplumsal tecride gösterilen kapitalist tepki, garip bir çelişkiyi daha da görünür yapar: sağlığımız ve hayatımız değerlidir fakat yaptığımız işler, ekonominin ve girişimcilerin ve sahip oldukları şirketlerin kârlarının devamını sağlar. Birçok şirket işçilerini izne çıkarmaz, bulaşmayı önlemek için gerekli minimum koruma güvencesi de sağlamaz, hatta daha da acımasızı hasta işçiler için ücretli izin güvencesi bile vermez. Bu toplumsal tecrit döneminde birçok şirket, özellikle kadınlar açısından ev işi ve bakım ihtiyacını artıran gündelik hayattaki somut değişiklikleri umursamadan evden çalışan insanlara aynı hedeflerin tutturulması ve aşırı üretim sorumluluğunu yüklüyor.  

Otoriterleşmeye Artık Yeter    

İktidardaki aşırı sağcı güçler, Filipinler’de olduğu gibi, otoriterleşme ve şiddeti tırmandırmaktadır. Venezuela’ya yönelik askeri operasyon tehdidi de, tıpkı emperyalist ekonomik ambargo ve yaptırımlarda olduğu gibi, pandemiyle mücadele ederken ülkelerin önüne daha fazla engel çıkaran kapitalist politikalara bir örnektir. Bugün Küba halkının koruyucu maskelere erişimini engelleyen, örneğin ABD’nin tarihsel ekonomik ablukasıdır. Bu ekonomik modelin içerdiği sistemik şiddet, Afrika kıtası halklarına karşı kolonyalist açıklamalarda da kendini ifşa eder. Koronavirüs krizi toplumsal ve ekonomik eşitsizliklerin insanların yaşamı üzerindeki etkilerini gözler önüne seriyor, ancak bu realite zaten dünyada vardı ve son yıllarda yoğunlaşan saldırıları destekliyordu. Aşırı sağın bu saldırıları, büyük ulus-ötesi şirketlerle çıkar birliği içindedir.

Bugün Dünya Kimin Kontrolünde?

Günümüzde ulus-ötesi şirketler, birçok ülkeden daha fazla kaynak biriktirmektedir. Gittikçe artan servet ve gücü ellerinde topluyorlar, faaliyetlerinin gereği olarak doğayı tahrip ediyor, hak ihlali yapıyor ve insanları hayatları boyunca yaşadığı topraklardan sürüyorlar. Büyük ekonomik gruplar, hammaddelerin çıkarılmasından üretimine ve mal ve hizmetlerin dağıtımına kadar ortaya çıkan bütün kârı biriktirmektedir. 

Kapitalizmin toprağımız ve yaşamımız üzerinde kurduğu ve gitgide şiddetlenen tahakkümden ulus-ötesi şirketler ziyadesiyle sorumludur. Bu tekelci iktidar giderek güçleniyor ve ekonomik, politik, kültürel ve yasal iktidar alanlarını da birbirine eklemliyor. Tekelci iktidar, devletleri borçlandıran ve kendi politikalarını dayatan ticaret ve “yatırım” anlaşmaları ve “yardım programları” gibi, devletleri ve kaynaklarını insan yaşamı yerine kârın hizmetine sokacak birçok enstrümana sahiptir.

Sağlığın Metalaştırılmasına Direniyor, Yaşam Eksenli Politika İçin Yürüyoruz

Kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi birçok ülkede izlenen kemer sıkma politikalarının sonucudur ve bu pandemi günlerinde çöken kamu sağlığı hizmetlerinin zayıf düşmesinden sorumludur. Ulus-ötesi ilaç şirketleri, piyasa mantığının yanlışlarına iyi bir örnek teşkil eder: sağlık yerine hastalardan ve ilaç üretim ve satışından nasıl kâr edeceklerini önemserler. Birçok hastalığın önlenmesi ve ortadan kaldırılmasına giden yol, kamunun araştırma ve evrensel sağlık hizmetlerine yatırım yapmasıdır. Dolayısıyla toplumda yaşamın temelidir. Fakat bu yatırım, kesinti ve özelleştirmeleri dayatan sermayenin saldırısı altındadır. Aksine bunlar ölüm politikalarıdır ve bu yüzden kemer sıkma tedbirleri “austericides[1]” olarak adlandırılır.

Şirket Tarımına Direniyor, Gıda Egemenliği İçin Yürüyoruz

Mülksüzleştirme yoluyla birikimin kapitalist mantığına karşı geliştirdiğimiz eleştirel bakışımızı, bugünkü gibi salgınları ve pandemileri tetikleyen farklı krizlerin ve farklı virüslerin birbirine eklemlenmiş nedenleri üzerinde düşünürken kullanabiliriz. Menşeini ararken bir salgını diğerinden, bir virüsü diğerinden ayırarak bir sonraki virüste işe yaramayacak -patentli- bir yığın aşı ve ilaçta çare aranmaktadır.       

Hayvanlardan insanlara geçen virüslerin ortaya çıkışı ile endüstriyel tarım yoluyla gıda üretimi arasında ilişki kuran birçok çalışma vardır. Çünkü bu sistem biyo-çeşitliliğe ve insanlara zararı dokunan farklı süreçleri birbirine eklemlemektedir. Tarımsal sınırları genişletmek için yapılan ormansızlaştırma, insan ve hayvan toplulukların yerinden edilmesine neden olur; hayvanları beslemek amacıyla yapılan transgenik tahıl üretimi, bağışıklık sistemlerinde değişikliğe yol açan büyümeyi hızlandırıcı antibiyotikler ve aşılar, hayvanların endüstriyel ölçekte rezil koşullarda ve çok dar yerlerde üretilmesi hastalığın yayılmasını kolaylaştırır.

Silvia Ribeiro’nun dediği gibi[2] “birkaç faktörün bir araya gelmesi söz konusudur. Doğal habitatını terk eden hayvanlar, yarasa ya da başka hayvan, pestisit kullanımıyla üreyen ve dirençli hale gelen sivrisinekler bile olabilir. Tamamen toksik ve kimyasal olan endüstriyel şirket tarımı sistemi, hastalık üreten başka virüsleri de yaratır. Çok sayıda hastalık vektörleri nüfus yoğunluğu olan kentlere, özellikle insanların kendi yaşam alanlarından sürüldüğü, yeterli barınma ve hijyen koşullarına sahip olmadığı varoş mahallelerine ulaşır. Bu ise virüs dolaşımının fasit döngüsünü yaratır.”[3]

Dünya çapında bu kadar çok direniş ve mücadelenin yaşanmasının nedeni, şirket tarımının köylü yaşamı üzerindeki etkilerinin toplumsal hareketlerimiz arasında biliniyor olmasıdır. Afrika’da toprak gasplarının gerisindeki itici güç, palmiye yağı üretimi için şirket tarımının genişlemiş olmasıdır. Wilmar, Olam ve Sime Darby gibi Asyalı şirketler, toplulukların tamamen yaşam alanlarından sürülmesini teşvik eden şirketlerden sadece birkaçıdır.

Hastalık ve yoksulluk üreten bu mantığın karşısında (Walmart ve Carrefour gibi) büyük şirketlerin gıda üretimi üzerindeki kontrolüne son vermek ve bilge köylü tarımına (agro-ecology) dayalı gıda üretimini desteklemek gereklidir. Koronavirüs krizinin ortasında bir yandan kentlerde zehirsiz gıdaya erişimin önündeki engeller çoğalırken öte yandan süpermarket zincirleri kendilerini hastalık bulaşmadan alışveriş yapılabilecek en hijyenik ve güvenli yerler olarak sunarlar.

Acaparamento[4] ve Topraklarımızın Kirletilmesine Direniyor, Su Hakkı İçin Yürüyoruz

Bu küresel salgının en olumsuz koşullarına ve sonuçlarına maruz kalanlar, varoşlarda yaşayan siyahi ve yoksul çoğunluktur. Buna neden sadece yaşlı olmaları ve önceki hastalıkları değildir. Suyun yokluğu ve kullanılmaz hale gelmiş veya özelleştirilmiş şebeke sistemleridir, barınma, gıda ve bakım yokluğudur; akşam yemek yiyebilmek için bütün gün çalışmaktan dolayı çalışmayı bırakamamaktır, işçi hakları yokluğudur… hayatın bütün bu zincirlenmiş ve genelleşmiş güvencesizliği, sermaye ile yaşam arasındaki bu çatışmanın temelindeki ırkçılığı ve ataerkini açığa çıkarır. Vale, Anglo American ya da Belo Sun gibi maden şirketleri tarafından kirletildiği için ve aynı zamanda Nestlé ve Coca-Cola gibi ulus-ötesi şirketlerce kaynaklarına ve membalarına el konulduğu için kırsal bölgelerde su yoktur.

Bu durum bizi, kapitalizm ve ırkçılık karşıtı feminizme güç vermeye çağırıyor. Ayrıca bize bütün kontrol biçimlerini de sorgulatıyor; Elbit Systems gibi silah ve gözetleme şirketleriyle ortak hareket eden zalim İsrail Devleti tarafından Filistin halkının gözetlenmesi ve tacizi gibi zaten var olan ancak bu pandemi günlerinde şirketlerin ve otoriter devletlerin daha da genişletmeye çalıştıkları kontrol biçimlerini sorgulatıyor.

Gözetlemeye Direniyor, Ücretsiz ve Güvenli Teknolojiler İçin Yürüyoruz

Günlük hayatımızda ürettiğimiz verilerle zenginleşen internet şirketleri ve teknolojinin gücüne dair eleştirel tartışmalarımızı geliştirmemiz gerekiyor. Bu verileri farkına bile varmadan, Facebook ya da Instagram ve Whatsapp platformları gibi sosyal ağlara cep telefonumuzla bağladığımızda biz üretiyoruz. Gözetleme kameralarının sensörleriyle dolu kentlerde ve kırsal bölgelerde adına “tarım 4.0” denen kontrol biçimlerini dijitalleştiren bu endüstriyel tarım şirketlerince haritalandırılmış topraklarda veri üretmeye devam ederiz. Bayer-Monsanto köylü üretimine karşı bu saldırının öncüsü olmayı sürdürmektedir.

Verinin kendisi sermaye haline geldi. Şirketleri ve devletleri bir araya getiren kitlelerin gözetlenmesi işi, sistemin kârı artırma mantığının parçasıdır. Yaşam tarzımız o halde satılabilecek ve sınırsızca erişilebilen bir ürün, bir metadır. Facebook ve Bayer-Monsanto başlangıçta farklı sektörlerde faaliyet gösterseler de ortak noktaları kullandıkları dijital teknolojilerin şeffaflıktan uzak olmasıdır: topladıkları verilerin ne olduğunu, nasıl kullandıklarını, kimin yararına sattıklarını tam olarak bilmiyoruz. Fakat biliyoruz ki onlar bu yolla para kazanıyor ve kontrol alanlarını genişletiyorlar. Bu anlamda çiftçiler mesela toprakları üzerinde uçan dronların toplulukların toprakları, çalışma biçimleri ve doğayla ilişkileri hakkında paylaşmak istemeyeceği bilgiyi toplayıp toplamadığını ve casusluk yapıp yapmadığını bilmezler.   

Bu (dijitalleşme ve gözetlemeye dair) kapitalist mantığın eleştirisi, toprak gaspına (acaparamento) kesintisiz direnişten koparılamaz. Sanal olan her şeyin maddi bir zemini vardır. Bu şirketler, bu kadar çok veriyi depolamak ve işlemek için enerjiye ve somut topraklara bağımlıdır ve hem de bu nedenle ekstraktivizme[5] başvururlar.

Dünya çapında toplanan, depolanan ve analiz edilen verinin yüzde 80’ine beş büyük şirketin sahip olması önemsenmeyecek bir durum değildir: Microsoft, Apple, Alphabet (Google), Amazon ve Facebook, ki bunlar sırasıyla diğer platform şirketlerine önemli yatırımlar yaparlar. Bu platform şirketleri aplikasyonlar şeklinde sunulur ve onların hesabına çalışan milyonlarca kişiyi çalışanları olarak tanımazlar (moda tabiriyle “iş arkadaşı” olurlar), hiç risk almazlar, hiçbir hakkı ya da ücret tabanını güvence altına almazlar. Şimdi pandemi günlerinde kişisel koruyucu ekipmanın sağlanmasını bile kolaylaştırmazlar.

“Uberizasyon” terimini giderek daha fazla duyuyoruz ve birçok yerde zaten milyonlarca insanın çalışmasına sadece aplikasyonlar aracılık ediyor. İşçiler ve tüketiciler, belli bir hizmetin arz ve talebini organize eden bir aplikasyona kayıt olurlar. Uber, Deliveroo ve Rappi gibi ünlü ulaşım ve taşıma şirketlerinin görünürlüğünden çok uzak, güvencesiz ev içi ve bakım işinin bilinen dinamiklerini derinleştiren, dünya çapında fazlasıyla ırkçılık yapan bakım aplikasyon-platformları da vardır. Care.com (ana yatırımcılarından biri Alphabet/Google) çoğu kuzey yarıkürede 20’den fazla ülkede vardır ve 14,6 milyon kayıtlı bakıcısı olduğunu iddia ediyor. Zolvers, temizlik, yemek ve depolama hizmeti veren 120 bin kişi ile Şili, Meksika, Kolombiya ve Arjantin’de faaliyet gösterir. Hollanda kökenli Sitly, geniş bir çocuk bakıcıları platformudur ve Brezilya’da 1 milyondan fazla kayıtlı işçisi olduğunu söylüyor. Güney Afrika’da aynı mantığı izleyen SweepSouth ve Hindistan’da bookmybai vardır.

Emek bu dijitalleşme dinamiği ile daha da fazla güvencesiz hale gelirken aynı zamanda yeni görünmeyen emek biçimleri de ortaya çıkar. “Yapay zekanın” çalışması için dijital mikro-çalışma denen işi yapan milyonlarca insan vardır: diğer pek çok işin arasında çevriyazımlar, çeviriler, içerik moderasyonu, imaj tanımlama, algoritmaların izlenmesi işleri, Hindistan, Birleşik Devletler, Endonezya, Nijerya, Brezilya, Mozambik, Güney Afrika, Kenya vb. gibi ülkeler başta olmak üzere dünya çapında fazlasıyla güvencesiz koşullarda yapılırlar. Burada aynı zamanda şirketlerle dünya halkları arasındaki ilişkide devamlılığını sürdüren sömürgeciliğin güncel bir biçimine de tanık oluruz.

Serbest Ticarete Direniyor, Halkların Entegrasyonu İçin Yürüyoruz

24 Nisan giyim endüstrisinde ulus-ötesi şirketler için çalışan binden fazla kadının ölümünü hatırlatıyor. Bu sektör, ulus-ötesi şirketlerin kendilerini nasıl örgütlediğine örnek teşkil eder: küresel üretim zincirinde her yerde değişiklik gösteren stratejiler izleyerek farklı ülkelerce yapılan taşeronlaştırma, dışarıdan temin ve yer değiştirme. Tek bir amaç vardır: şirket kârlarını artırmak için emek masraflarını düşürmek. Uluslararası, ırkçı, cinsiyete dayalı, toplumsal iş bölümünün iç içe geçmesi acımasız bir stratejinin parçasıdır: riskler sosyalleşirken servet tek elde toplanır.  

Eğer çalışanların hakları güvence altında değilse, uzun çalışma saatlerine karşılık düşük ücret kazanıyorsa emeğin maliyetinin daha az olacağını biliyoruz. Kuzey ülkelerinde bile kadın, siyahi ve göçmen nüfusun büyük bir kesiminin realitesi budur.

Şirketler güvencesiz çalışma koşullarını doğrudan kendi işçilerine empoze ederler fakat aynı zamanda Ticaret ve Yatırım Anlaşmaları yardımıyla iş yasasında yapılan değişiklikler ve kuralsızlaştırmalar üzerinde de etkili olurlar. Bir kez daha tekrar etmek gerekirse devletler, halkın haklarına değil şirketlere hizmet etmektedir.

Şirketlerin faaliyetleri “serbest piyasa” söylemleriyle birlikte toplumsal eşitsizlikleri artırır; sömürgecilik, ataerki ve ırkçılık kapitalizme geri döner. Haklardan yoksun emek ve aşırı uzun çalışma günleri, Güney ülkelerinin tamamında telafi çalışma, evden çalışma ve dikiş atölyelerinde görülen gerçekliktir. Ulus-ötesi şirketler, hak ihlallerinden olduğu gibi 24 Nisan 2013 tarihinde Bangladeş’te işçilerinin ölümünden de sorumludur. Ayrıca maden şirketi Vale örneğinde gördüğümüz üzere şirketlerin sistematik ihlallerden etkilenen halklara tazminat ödemeyi reddetmesi ve cezasızlığa devam etmesi sık rastlanan olaylardır. İmajları üzerindeki olumsuz etkilerini azaltmak amacıyla “kurumsal sosyal sorumluluk” faaliyetleri düzenlerler. Bu faaliyetlerde feminist olarak tanımlanan söylemlerin parçalı ve depolitize edilmiş olarak kullanılması da dikkat çeker. Bu durum feminizmi radikalliğinden koparır, gündemini sulandırır ve örgütlü hareketi görünmez kılar.

Feminizmin Piyasalaşmasına Direniyor, Herkes Özgür Oluncaya Dek Yürüyoruz

İmajını “sosyal sorumluluk” faaliyetleri ile temizleme çabası, ulus-ötesi şirketler arasında yeni görülen bir durum değildir. 1980ler ve 1990larda doğa tahribi yapan şirketler konuşmalarına sürdürülebilirliği eklediği zaman -ki bu sadece sözde kalır, yumuşak çözümlerle her zaman birikim ve kâra öncelik verirler- “yeşil aklama” ifadesi kullanılır olmuştu. Biz “lila makyaj” derken sadece kadınlarla ilişkide yaşanan bir şeyi değil, farklı toplumsal kesimlerde izlenen bir stratejiyi kastediyoruz. Ancak feminizmin dünyanın birçok yerinde büyümesiyle birlikte birçok şirket bireysel güçlenme ve farklılık söylemlerini sloganlarına dahil etmektedir. Bu ise kapitalist birikimin şiddet ve sömürüsünü gizlemeye çalışan lila makyajdır.

Bu strateji, Dove sabunları, Pantene şampuanı ya da Always emicileri gibi ana hedef kitlesini kadınların oluşturduğu birçok şirketin reklamlarında ve ürünlerinde açıkça görülür. Güçlendirmeye dayalı reklamlar yapan bu markalarla, erkek tüketicilere odaklanan “alt markalarda” (Axe deodorant gibi) kadının ikincilliği mesajlarıyla reklam yapmaya devam eden ulus-ötesi markalar aynıdır (Unilever ve Procter&Gamble). Bu şirketlerde güvencesiz işlerde hiç de “güçlenmişe” benzemeyen kadın işçilerin sömürüsünden bahsetmeye gerek yoktur. 

Kadınların bedenlerinden duyduğu rahatsızlıktan kâr sağlayan kozmetik ve farmasötik şirketlerini uzunca bir süredir kınamaktayız. Hep birlikte biyomedikal ulus-ötesi şirketler, maşizm ve egemen medikal güç kadının bedenini istila edip kendi bedeni üzerindeki söz hakkını kabul etmezken sağlık ve mutluluk illüzyonlarını satarlar. Güçlendirme söylemi, şirketleri her zamanki ürünlerini satmaktan alıkoymaz. Doğrusu bu eski ürünlerin pazarlanmasında yeni bir yöntemdir.

Reklamların yanı sıra (hem de bizzat Unilever gibi) büyük şirketlerin sağlığa pek az erişimi olan topluluklardaki kadınları harekete geçiren, girişimciliği ve kişisel hijyen uygulamaları farkındalığını teşvik eden yerel projeleri şirketin kendisi tarafından üretilen ürünleri kullanarak finanse ettiğine ve böylece pazarı genişlettiğine tanık oluyoruz. Aynı çerçevede (Avon, Coca-Cola ve C&A gibi) şirketler kurdukları Enstitüler ile hem doğrudan hem de kadın gruplarının yerel inisiyatiflerini ve araştırmaları finanse ederek kendilerini farkındalık ve kadın hakları destekçisi olarak sunarlar.

Bu şirket stratejilerinin şiddetle mücadele ve kadınların güçlenmesinin teşviki gibi meseleleri dile getirdiği zamanlarda bile yaklaşımları bireysel davranışla sınırlıdır: (genelde kapitalizmin yapısını özelde bu şirketlerin kârlarını olduğu gibi korudukları sürece) kadınların istediği her şeyi yapabileceği fikrini teşvik ederler. Aynı işletmeler, (dış kaynak kullanımı ve serbest çalışma ya da ev-eksenli çalışma yoluyla) haklarından yoksun kadın emeğini sömürme, toprağı ve suyu kontrol etme, (yeni kalıpların farklı kimliklere ve farklılıklara “açıldığı” zamanlarda bile) kadın bedeni ve güzelliğe dair yeni ihtiyaç ve haksız talep yaratma suretiyle zenginleşirler.

Bütün bunlar feminizmin biriktirdiklerini depolitize eder, feminizmi gerçek değişimlerden kopuk bir söyleme dönüştürür, feminizmi davranışla sınırlar. Kolektif bir pratik olarak politikanın artan olumsuzlandığı, toplumsal mücadelelerin kriminalize edildiği, sendikal hareketlerin diskalifiye edildiği ve eziyet gördüğü bir dönemde bunların yaşanması boşuna değil. Dolayısıyla feminizmin toplumsal hareket olma özelliğini reddeder, bireysel değişim ve davranışa odaklanır ve sonuç olarak sosyal dönüşümün taşıdığı politik anlamın içini boşaltır.

Bu stratejilerin hepsi, şirketlerin Sürdürülebilir Kalkınma Hedeflerine ulaşılmasıyla alakalı raporlarında görülmektedir. Birleşmiş Milletler (BM) sadece meşrulaştırmakla kalmaz aynı zamanda şirketlerin bu şekilde davranması için araçlar inşa eder. Bu şirketlerin BM’yi de finanse ediyor olmaları tesadüfi değildir ve toplumsal hareketlerin şirket esareti dediği bir süreçten geçmektedir. 

Toplumu Dönüştürmek İçin Yürüyoruz!

Bu nedenle tuzağa düşmemek için ulus-ötesi şirketlerin faaliyetleri konusuna şüpheyle yaklaşmalı ve gözümüzü açık tutmamız, faaliyetlerini teşhir etmek ve hayata karşı işledikleri suçları önlemek için hazır ve örgütlü olmamız gerekir. Bütün bunlardan dolayı mahallelerde, okullarda, tarlalarda, sokaklarda ve ağlarda zaten inşa etmekte olduğumuz alternatifleri görünür hale getirmek acil bir görevdir. Dayanışma ekonomisinin inşasında bilge köylü tarımına (agroecology), gıda egemenliğine, halkçı iletişime ve ekonomiyi yaşatan kadınlardan oluşan örgütlü hareketinin kendisinin tam da bu nedenle radikal olarak dönüşmesine ihtiyaç vardır. Feminist alternatiflerimiz, dönüşümün olanaklarını somut pratikler yardımıyla göstermenin bir yoludur. Alternatiflerimiz dünyayı ve kadınların yaşamını aynı hareket içinde değiştirmek için.

Ekonomi, Politika, Sağlık ve Yaşamdan Ayrılamaz

Böylesi kriz momentlerinde feminist ekonomi, direniş pratiklerimizin ve dönüşüm projelerimizin merkezine hayatın sürdürülebilirliğini koymak için bize yol gösterir. Koronavirüs salgını ve birçok hükümetin otoriterleşmesiyle karşı karşıyayız ve korunma için gerekli mesafeyi korurken harekete geçme zorluğuna kendimizi hazırlamamız gerekiyor.

Pratikte şu anlama gelir: topluluk bağlarını ve hayatın öz-yönetimini birlikte yeniden inşa edecek ve güçlendirecek dayanışma inisiyatiflerini güçlendirme; kadınların şiddet koşullarında yaşadığı gerçeğinin görünür kılınması, kınanması ve kadınların korunması; kadın işçilerin hakları ve daha iyi çalışma koşulları için eylemlerinin güçlendirilmesi ve desteklenmesi; pandemiyle savaşacak kamu politikaları talebini toplumun acil dönüştürülmesi mücadelesiyle ilişkilendirme. Bu kamusal ve evrensel sağlık sistemleri, cezaevlerinden kitlesel tahliye, insan onuruna yakışır temel sanitasyona sahip koşullarda barınma hakkı, kamu kaynaklarının ve zorunlu işler önceliklerinin yeniden organizasyonu, toprak reformu ve gıda egemenliği ile endüstriyel tarım şirketlerinin ve süper marketlerin beslenmemiz üzerindeki iktidarının sona ermesi taleplerini de içerir.  Bu gündemde enternasyonalizm temel teşkil eder. Bu nedenle biz halkların kendi kaderini tayin hakkını, Küba gibi ülkelere yönelik ekonomik ambargo ve yaptırımlara son verilmesini talep ediyor ve ABD’nin Venezuela’ya yönelik tehditlerini ve askeri operasyonunu reddediyoruz.

24 Nisan’da ulus-ötesi şirketlerin iktidarına karşı 24 saat Feminist Dayanışma içinde karşı çıkışlarımızla alternatiflerimizle, örgütlü kadınlar olarak öz gücümüzle küresel olarak birleşeceğiz ve hepimiz özgür oluncaya dek yürümeye devam edeceğiz.


[1]  Kemer sıkmanın bir kıyım olduğu anlamına gelen bir terim

[2] https://www.pagina12.com.ar/256569-no-le-echen-la-culpa-al-murcielago

[3] Spanish original: son varios factores que se conjugan. Los animales que salen de sus hábitats naturales, sean murciélagos u otro tipo de animales, incluso pueden ser muchos tipos de mosquitos que se crean y se hacen resistentes por el uso de agrotóxicos. Todo el sistema de la agricultura industrial tóxica y química también crea otros virus que producen enfermedades. Hay una cantidad de vectores de enfermedades que llegan a sistemas de hacinamiento en las ciudades, sobre todo en las zonas marginales, de gente que ha sido desplazada y no tiene condiciones de vivienda y de higiene adecuadas. Se crea un círculo vicioso de la circulación entre los virus

[4] Acaparamento, topraklar üzerinde özel kontrol ve tekelin bir biçimidir.

[5] Ekstraktivizm, gezegendeki her şeyin kısa dönemli ihtiyaçlar ve çıkarlar uğruna topraktan çıkarılabileceğini söyleyen, doğal kaynakları sadece çıkarılıp insanlar tarafından sömürülecek birşey olarak gören, sorunların çözümünü daha fazla madencilik, daha fazla sömürü ve tüketimde gören bir ideolojidir.